17.11.23

1935'DE ÖLEN DİYAB AĞA İLE ATATÜRK 1937 YILINDA NE KONUŞTU?*

 




16 Kasım 2021’de sosyal medyada Atatürk ile Diyab Ağa'nın bir fotoğrafını paylaşınca, bir arkadaş fotoğrafın altına "Aynı Diyab Ağa daha sonra Diyarbakır'a sürgün ve Sivas Divriği sürgün edilmiş ve sürgünde 104 yaşında vefat etmiştir." yorumunu yapmış. Bilgilerime göre doğru olmayan bu yorum üzerine acaba deyip internet üzerinde araştırma yaparken tarihçi (!) Mustafa Armağan'ın  'Hasta' Atatürk Seyid Rıza'nın Asıldığı Gece Elazığ'da ne yapıyordu başlıklı yazısına rastladım...

Yazıdaki şu cümleler çok ilginçti...

"Ben de bunu anlamıyorum: 1937 yılında Atatürk Hatay için şu kadar çalıştı, diyenler aynı yıl gerçekleşen Dersim'den onu dışlayamazlar. Üstelik 4 Mayıs 1937 tarihli Dersim'e uygulanacak zorunlu iskân politikasının dönüm noktalarından biri olan Bakanlar Kurulu kararının altında onun imzası varken... 2. maddede isyan eden mıntıkadaki halkın toplanıp başka yere nakledilmesi istenmektedir. Nitekim Sibel Yardımcı ve Şükrü Aslan'ın dersim milletvekili Diyap Ağa'nın torunuyla yaptıkları görüşmede Atatürk'ün Diyap Ağa'yı çağırıp "Git, aşiretini kedisine kadar al, Dersim'den çık. Çık ama Malatya'yı geç," demiş ve Diyap Ağa da Çankaya'dan aldığı bu tüyo sayesinde Dersim'i terk etmiş ve ailesinin hayatını kurtarmış. ("Herkesin Bildiği Sır: Dersim", s. 426.)"[1]

Diyab Ağa'nın öz geçmişine bakıyorsunuz 1935 yılında Çemişgezek'de vefat etmiş... Ama aynı Diyab Ağa'ya Atatürk 1937 yılında  "Git, aşiretini kedisine kadar al, Dersim'den çık. Çık ama Malatya'yı geç," demiş... Yani Diyab Ağa öldükten iki yıl sonra... Atatürk ile aralarında böyle bir konuşma geçmiş...

Tarih ancak bu kadar çarpıtılır...

Haydi "Herkesin Bildiği Sır: Dersim" kitabını (!!) yazanlar bunu atlamış(!). Bunu köşe yazısında nakleden Tarih Allamesi Mustafa Armağan nasıl atlamış(!)...

Va bazıları da bu Diyab Ağa'yı Atatürk'ün önce Diyarbakır'a sonra Divriği'ye sürdüğünü iddia ediyorlar...

Amaç Atatürk'e düşmanlık olunca, Kürtçüsü de İslamcısı da tarihi çarpıtmaktan kaçınmıyor...

Yalan söylemekten de...

Ve  bazıları bunları Tarihçi, yazdıklarını da Tarih Kitabı sanıyorlar...

Bunların yazdıklarının bilimsel bir özelliği yok, Bunlar kaynak kabul edilmez deyince de bazıları köpürüyor...

Fazlı KÖKSAL



*Not bu yazıyı 17 Kasım 2021 tarihinde Facebook'ta paylaşmışım.  Yazı kaybolmasın diye de 18 Kasım 2023 günü de kaybolmasın diye bu bloga aktardım.



[1] http://www.mustafaarmagan.com.tr/genel/hasta-ataturk-seyid-rizanin-asildigi-gece-elazigda-ne-yapiyordu/

Aynı yazının  27 Kasım 2011 tarihinde, Mustafa Armağan'ın da yazarları arasında bulunduğu FETÖ'nin yayın organı  Zaman’da da yayımlandığı; Medeniyet ve Toplum Dergsinin 3017 Güz Sayı 2’deki 23 numaralı Dipnottan da anlaşılmaktadır.

YAHUDİLER FİLİSTİNDE NASIL TOPRAK SAHİBİ OLDU? İSRAİL NASIL KURULDU?

 



İbni Haldun "bir su damlası nasıl diğer su damlalarına benzer ise bir milletin geleceği de geçmişe aynen benzer" derken ne kadar haklıdır.

Geçmişten ders alabilsek tarih niye tekerrür etsin. Gazze İsrail tarafından işgal edildiği tarihten bu yana en çok konuşulan konu “Filistin’de Yahudilere toprak satışı”.

Milliyetçilerin bir bölümü ve Atatürkçüler “Araplar Yahudilere toprak satmasaydı bugün İsrail olmazdı” diyorlar. Ama satışın ne zaman başladığı, bu satışı kolaylaştıran uygulamalar üzerinde pek durmuyorlar. Siyasal İslamcıların bir bölümü bu konuda sessiz kalmayı tercih ederken bir bölümü “Filistin İngiliz işgalindeyken İngilizler tarım arazilerine ve tarım gelirlerine o kadar yüksek vergiler koydular ki Filistinli Müslümanlar topraklarını sattılar” diyorlar… İki görüşte de gerçek payı var. Ama konuyu açıklamada yeterli değil. Bazıları da satılan toprak tamamın %1’i bile değil diyerek resmen yalan söylüyor…

Filistin’de, bir Yahudi devleti kurma fikrini   ilk seslendiren Haham Zevi Hirsch Kalischer idi. Kalischer, 1836 yılında, Amschel Mayer Rothschild’e, Filistin ve Mısır Valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan Kudüs’ün satın alınması için girişimde bulunmasını istemişti.[i] Yani En bilinen Yahudi ailelerinden birisi olan Rothschildler 1836 yılından itibaren Yahudi Devleti kurulması düşüncesinin ön safındadır. .

7 Sefer 1284 (16 Haziran 1869) tarihinde kabul edilen Tarihli Tebaayı Ecnebiyenin Emlâke Mutasarrıf Olmaları Hakkındaki Kânun’a göre Hicaz Vilayeti dışında kalan topraklarda, yabancılar mülk edinebilecekti. [ii]

Bu yasa James Rothschild için büyük bir imkandı. Rusya’dan gelen Yahudiler için Filistin’de Uyun el-Kara, daha sonra Zikhron Ya’akov (6 Kasım 1882) ve Ekron el-Betty (7 Kasım 1883) kolonilerini kurarak Filistin’den toprak satın almaya başladı. James Rothschild Theodor Herzlİn aksine sessiz bir şekilde işleri halletme yolunu seçti. Kolonilere birçok doktor ve mühendis yerleştirdi. Bu kolonilere 1900 yılına kadar 14 Milyon Frank harcadı[iii]

Alliance İsraelite Filistin’de koloniler oluşturan Yahudi nüfusun, ticaret ve ziraat faaliyetlerini eğitim ile desteklemek amacıyla Mikveh İsrail (İsrailin Umudu) adıyla 1870 yılında Yafa Musevi Ziraat Mektebi’ni kurdu. 5 Nisan 1870 tarihli fermanla yaklaşık 240 hektar arazi belirsiz bir süre için yıllık 7.500 kuruş ödemek koşuluyla kiraya verildi. Üstelik vergiden ilk 10 yıl muaf tutuldu. [iv] İsrail’in ilk Başbakanı David Ben–Gurion, Tarım Okulu için daha sonra aynen şu cümleleri kullanacaktı: "İsrail Devleti Mikveh sayesinde kuruldu. Şayet Mikveh olmasaydı İsrail'in kurulmasından şüphe ederdim. Her şey o okulla başladı. Siyasi görevin tamamlanması için tarımsal alt yapının hazırlanması gerekiyordu. Onu da Mikveh başardı."[v]

1900 yılı itibariyle Filistin'de tarımla uğraşan Yahudi köylerinin sayısı 20'ye çıktı.

1908  yılında Siyonist Teşkilatı tarafından, Yahudileri Filistin’e yerleştirmek amacıyla "Filistin Toprak Geliştirme Fonu" oluşturuldu.

Rothschildler, Filistin’deki ilk araziyi 1882’de satın almışlardır. 1918 yılına gelindiğinde Filistin’in 7.120.000 dönüm toprağından, 650.000 dönümü Yahudi toprağı olmuştu. Bu çok ciddi bir gelişmeydi.[vi]

Lloyd George'un başbakanlığındaki İngiliz savaş kabinesinde dışişleri bakanı olan Arthur Balfour, Osmanlı Filistin’den çekilmek zorunda kaldıktan sonra 2 Kasım 1917 tarihinde uluslararası Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Rothschild'e bir mektup göndererek, Filistin topraklarında bir Yahudî devleti kurulması konusunda İngiliz hükûmetinin destek vereceğini bildirmesi İsrail Devleti kurulmasında sonun başlangıcıdır.

Ve 1948’de İsrail Devleti Kurulur.

Ama daha başında tehlikenin büyüklüğünü görenler de vardı. İşin ilginci tehlikeyi görenlerden birisi Ermeni Kökenli Mihran Boyacıyan idi. Kudüs Mutasarrıflığı Kaymakam Mülazımı olan Boyacıyan Mihran Efendi 27 Eylül 1891’de saraya yazdığı mektubunda, Gazze ve Yafa sahili arasındaki arazilerin yüzde 50’si Yahudiler tarafından satın alındığını belirtiyor. Boyacıyan Mihran mektubunu, “Rothschild şimdiden beyinlerinde ilk padişah sülalesi sırasına geçdiğine nazaran Beni İsrail Devleti top tüfenk ile değil belki tasarruf-ı arazi vasıtasıyla bilamuharebe teşkil olunacaktır.” diyerek bitirmektedir.[vii] Boyacıyan bu mektubu o zaman “Millet-i Sadıka” olarak tanımlanan Osmanlı Ermenilerinin bir ferdi olarak devletin çıkarı için mi yazdı? Yoksa Ermeniler Yahudiler ile hiç anlaşamadıklarından Yahudilerin ihanetini devletin görerek Ermenilerin daha da itibar kazanması sağlamak için mi yazdı? Sorusu akla gelebilir. Ama neden ne olursa olsun Mihran Efendi devleti uyarı görevini yapmış ama devlet yetkilileri bu konuda bir önlem almamışlardır.

Sizce İsrail Devleti 1948 yılında mı kurulmuştur? Yoksa Osmanlı Devleti Yabancıya Toprak Satışına izin veren kânunun kabul ettiği 1869 yılında mı?  Veya İsrail’in ilk Başbakanı David Ben–Gurion’un dediği gibi Yahudi Tarım Okulu Mikvah’ın açılma fermanının imzalandığı ve çok büyük bir arazinin çok cüzi bir miktara kiraya verildiği 1870 yılında mı?

İsrail devletinin kuruluşunda tüm suçu emperyalistlere ve toprağını Yahudilere satan Filistinlilere yüklemek doğru bir yaklaşım değil. Zira emperyalist emperyalistliğini yapacak. Sıradan bireylerden de yaptığı bir ticari işlemin 50-100 yıl sonraki sonucunu öngörmesini bekleyemezsiniz. İnsanlar günü yaşar ve günlük ekonomik çıkarlarını düşünür. İnsanlar “Homo economicus” olarak tanımlanırken onun kişisel çıkarları açısından rasyonel davranacağı öngörülmüştür. Bir alışveriş ilişkisinde insan hiçbir zaman ülkesinin çıkarlarını hesaplamaz/hesaplayamaz, ulusal anlamda stratejik düşünemez. Stratejik düşünmesi gereken, milli çıkarları gözetmesi gereken devlettir. Bu nedenle o tarihlerde gayrimenkullerini satan Filistinlileri bu eylemleri nedeniyle bugünkü felaketin sorumlusu olarak görmek bence yanlış bir yaklaşımdır.

Yahudi devletinin kuruluşunda; Yahudi Kolonilerinin kurulmasına izin veren, yabancıya toprak satışına imkan tanıyan kanunu çıkaran, Yahudi Tarım okulu Mikvah’ın yaratacağı sonuçları görmeyen, yanlış göçmen politikasının doğurduğu demografik yapıdaki değişimin sonuçlarını öngöremeyen,  Mihran Efendi’nin uyarılarına kulak tıkayan, Filistin’in elimizden çıktığı 1917 yılına bu konuda tedbir almayan -ki 33 Senesi Anti Siyonist olarak takdim edilen 2. Abdülhamit’in yönetimindedir- Osmanlı Devletinin hatalarının da payı olduğu kuşkusuzdur.

Tarihin en büyük faydası hatalardan ders alınarak benzeri hataların önüne geçmektir. Hakikat gün gibi ortadayken Türkiye neden hem Türkiye’nin hem Suriye’nin demografik yapısını bozan ve Türkiye için büyük tehlike doğurabilecek sığınmacı politikasını sürdürür? Yabancıya gayrimenkul satışını teşvik eder…

Bu konuyu işlediğim birkaç yazımda alıntıladığım Büyük Akif’in “Tarih ve tekerrür” konulu beyitini tekrar alıntılamayacağım.

Ama sormadan da edemeyeceğim: Siz hiç ibret almaz mısınız?

Hiç olmazsa Mihran Efendi kadar “yerli ve milli” olun…

Fazlı KÖKSAL





[i] Siyonizm ve Filistin Sorunu (1880-1923) Mim Kemal Öke, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul, 2011, s.31

[ii] Kanunun Birinci Maddesi Şöyleydi: Yabancılar, Hicaz Vilâyeti dışında kalan bütün İmparatorluk topraklarında, köyde ve şehirde bulunan her nevi gayrimenkul üzerinde mülkiyet hakkı iktisap edebilirler.

[iv] Osmanlı Devleti’nde Alliance İsraelite’nin Eğitim Olgusu: Yafa Alman Musevi Ziraat Mektebi Örneği -Özge Tural Akdeniz İnsani Bilimler Dergisi 1922 12. Cilt.

[v] Kozmik Karargah Murat Akan Hayat Yayınları 2017 s.67

[vi] Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları (1948-1988), Fahir Armaoğlu,  Kronik Kitap, İstanbul, 2017, s.26

[vii] Osmanlı Belgelerinde Filistin, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, İstanbul, 2009, s.258

 

28.5.20

UTANMAZ ADAMLAR



Yusuf Kaplan fikir namusu olduğuna inandığım az sayıda İslamcı gazeteciden birisiydi. Ama 18 Mayıs 2020 günü Yeni Şafak’da öyle bir yazı yazdı ki tüm olumlu düşüncelerimi yok etti.
Yusuf Kaplan yazısında, Osmanlı’nın Harbiye Nazırı iken 27 Nisan 1920 Günü Ankara'ya gelerek Milli Mücadeleye katılan Fevzi (Çakmak) Paşa’nın, o gün TBMM'de yaptığı konuşmasını konu almış.  Konuşmadan alıntılandığı iddia edilen aşağıdaki cümleleri okuyunca şaşırdım.
“Padişahımız Ankara’nın zaferleriyle sevinip başarısızlıkları ile hüzünlenmekteydi.
O sıralarda hepinizin malumu olduğu üzere İngilizler baskıyla, tehditle o mahut fetvayı aldılar (İdam fetvasını diyor) Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin imzaladığı, Mustafa Kemal hakkındaki idam fermanı. Malumunuz olduğu üzere o fetva süngü zoru ile alınmış ve İslam milletinin birbirine düşürülmesi hesaplanmıştı. O fetva acı bir vesikadır. Millet ve siz sanırım bu fetvanın geçerli olmadığını ve hangi şartlarda zorla yazdırıldığını anlamışsınızdır. (Tüm Meclisten “Şüphesiz” sedası yükselir…)”[i]
Yazı bitince Fevzi Çakmak böyle bir konuşma yapmış olamaz dedim… Niye mi? Ufak bir ayrıntıdan başlayayım; Fevzi Paşa TBMM kürsüsünden o tarihte Meclis Başkanı olan Mustafa Kemal Paşa’dan bahsederken, “Mustafa Kemal” demez. O zamanın adabı gereğince “Mustafa Kemal Paşa” demesini gerektirir. Ve asıl önemli nokta;  Nemrut Mustafa Başkanlığındaki İstanbul 1 Numaralı Örfi İdare Mahkemesinin Mustafa Kemal, Kara Vasıf Bey, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Alfred Rüstem Bey, Halide Edip Hanım ve Adnan (Adıvar) Bey hakkında idam kararını 11 Mayıs 1920 tarihinde verdi. Ve karar 24 Mayıs 1920 tarihinde Vahdettin tarafından onaylandı…  Yani Fevzi Çakmak'ın TBMM’de konuşmayı yaptığı 27 Nisan 1920 tarihinde ortada Atatürk hakkında bir idam kararı yok… Olmayan bir karar hakkında Fevzi Çakmak nasıl konuşur?
Tabii ki Fevzi Çakmak olmayan bir şeyi söylemez, söyleyemez. O zaman ya böyle bir konuşma hiç yok, ya da konuşma metninde bir tahrifat yapılmış... Doğruyu bulmak için yapılacak tek bir şey var. Fevzi Çakmak’ın TBMM’deki konuşmasında tam metnine ulaşmak. Ve ulaştım. 27 Nisan 1920 tarihli orijinal tutanak TBMM internet sitesinde var.[ii]  Eski yazı bilenler oradan okuyabilir. Okuyamayanlar için Fevzi Paşa’nın o bölümde ne dediğini kelimesi kelimesine aktaralım ki tahrifatın boyutunu siz de görün;
“Bazı arkadaşlardan aldığım malumata nazaran o kabineye tazyik icra ettiler. Fetva veriniz diye. Nihayet o fetvayı aldılar. Malumunuz vechile o fetva İngiliz süngüsüyle alınmış İslâm’ı sinesinden birbirine düşürmek içün, ilk defa yazılmış acı bir vesikadır. Milletin hiss-i hakikat-bîni (gerçekleri gören duygusu) ümid ederim ki bundaki fecaati görecek ve bunun ehemmiyeti sıfıra inecektir (“Şüphesiz” sedaları)”
Görüldüğü gibi TBMM tutanaklarında yer alan orijinal metindeki Fevzi Paşanın konuşmasında ne “Mustafa Kemal” kelimesi geçiyor, ne de “idam”. Pekiyi konuşmada sözü edilen “fetva” neyin nesi?  Bahsi geçen fetva, Milli Mücadeleyi kötüleyen, tam metni o tarihteki İstanbul gazetelerinde yayımlanan ve İngiliz uçaklarıyla Anadolu coğrafyasına atılan Şeyhülislam Dürrizade tarafından imzalanan 11 Nisan 1920 tarihli fetva. Fetva Kuvayı Milliyecilerin katlinin vacip, onlara karşı savaşanların gazi, savaşırken ölenlerin şehit olacaklarına ilişkin hususları da içeren beş ayrı fetvadan oluşuyor. Bu uzun fetvanın tamamını almaya yerimiz müsait değil ama fikir vermesi açısından bir bölümünü sadeleştirilmiş haliyle alalım.  Kuvayı milliye liderleri kastedilerek; “elebaşılar ve yardımcıları ile bunların peşlerine takılanların dağılmaları için çıkarılan yüksek emirlerden sonra bunlar, hâlâ kötülüklerine inatla devam ettikleri takdirde işledikleri kötülüklerden memleketi temizlemek ve kulları fenalıklardan kurtarmak, dince yapılması gerekli olup, Allah‘ın “öldürünüz” emri gereğince öldürülmeleri şeriata uygun ve farz mıdır? Beyan buyrula… Cevap: Allah bilir ki olur. Dürrizâde El-Seyid Abdullah” Yani Kuvayı milliye katılanlar hakkında “Katli Vaciptir” fetvası veriliyor… Buradaki amaç, halkın Kuvayı Milliyeye katılmasını engellemek ve Kuvayı Milliyeye karşı isyanlar başlatmak. Nitekim Kuvayı Milliyeye karşı isyan bayrağını kaldıran Anzavur’dan Çapanoğlu’na kadar her isyancı bu rezil fetvaya sarılarak kendi hainliklerine meşruiyet aramıştır.
Söz konusu fetvaya cevaben Ankara Müftüsü ve aynı zamanda Ankara Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi de olan Mehmet Rıfat Efendi (Rıfat Börekçi) başkanlığında, Ankara‘da bulunan beş müftü, dokuz müderris ve medrese müdürü ile altı kişilik ilmiye sınıfından müteşekkil toplam yirmi kişilik bir grup  din adamı bir fetva yayınladı. 19-22 Nisan 1920 tarihlerinde Öğüt, İrade-i Milliye, Açıksöz gibi Milli Mücadele yanlısı gazetelerde yayınlanan bu fetvada özet olarak; Anadolu‘daki Milli Hareketin meşru olduğu, Padişah ve Halife‘nin dahi esir bulunduğu, düşman elinde esir olan Halife’ye zor ve baskı kullanılarak fetva yayınlattığı, haliyle bu fetvadaki hükümlerin geçersiz olduğu hususlarına yer verilmiştir.
Fevzi Paşa’nın konuşması da, Ankara’nın fetvasını doğrular mahiyettedir. Muhtemelen Ankara Fetvasına güç katmak için özellikle Ankara Fetvasındaki cümleler seçilmiştir. Bu konuşma, Halifeye bağlılıkları nedeni ile Milli Mücadeleye soğuk bakan halkın ve tereddüt içindeki vekillerin milli mücadeleye inançlarını güçlendirmek amacı da taşımaktadır.
Fevzi Paşa’nın konuşmasında ne “Mustafa Kemal” kelimesi ne de “idam” kelimesi geçmemesine rağmen, Yusuf Kaplan bu tahrifatı neden yapmış?  Üstelik yazısında “Hakikati yok edemezsiniz. Bir süre gizleyebilirsiniz ama er ya da geç ortaya çıkar hakikat.” cümlesini kullanmışken…
Biraz araştırınca gördüm ki, Fevzi Çakmak’ın söz konusu konuşmasının tahrifatlı metnini ilk yayınlayan Yusuf Kaplan değil. Bu metni ilk kez; Atatürk ve Türklük düşmanı medyanın parlatılmaya çalışılan tarihçi tenekelerinden Ahmet Anapalı “Atatürk’ün İdam Fermanına İnanan Cahiller, Hele Oturun Yamacıma” gibi havalı bir başlık taşıyan yazısında yer almıştır.[iii] Muhtemelen Fevzi Çakmak’ın TBMM’deki konuşma metninde tahrifat yapan da odur.  Yusuf Kaplan da, metin Atatürk aleyhine olduğu, ilk yazan da “tarihçi” sıfatına sahip olduğu için herhangi bir sorgulamaya tabi tutmadan, çok iddialı cümleler içeren yazısını kaleme almış olmalı…
Bu tür tahrifatları niye yapıyorlar?  İki ihtimal var; Birincisi Atatürk’e duydukları kini inançlarının bir parçası olarak görüyorlar, Atatürk’ün aleyhine olacağını düşündükleri her türlü tahrifatı, yalanı mubah olarak görüyorlar. İkincisi de tarih konusunda gerçekten cahiller… Bu olayda ikisi de geçerli.
Bir insan, Osmanlı Tarihini bilse, Şeyhülislamın görev ve yetkilerinden, idam kararını kimin aldığından, kimin onayladığından, Mustafa Kemal ve beş arkadaşı hakkındaki idam kararının 11 Mayıs’ta -yani Fevzi Paşa’nın TBMM’deki konuşmasından sonra- alındığından haberdar olsa, ayrıca Fevzi Paşa hakkında da 24 Mayıs’ta, asilere katılmak için askerden kaçtığı, saltanata karşı düşmanlık yaptığı gerekçesiyle idam kararı verildiğini, ve de tüm idam kararlarının Vahdettin tarafından onaylandığını bilse bu tahrifat yapar mı?
Eğer bunlar tarihi bile bile tahrif ediyorlarsa, ahlaki çürümüşlüklerini anlatmaya kelime bulamıyorum… Ayrıca bu tavır; okuyucularının bunu sorgulamayacak kadar peşin hükümlü, bağnaz ve cahil olduğuna inandıklarının, okurlarına da saygı duymadıklarının bir göstergesidir…
En üzücü olan da nedir biliyor musunuz? Bu utanmaz adamlar, tarihi tahrif ederek, dinin günah kabul ettiği, yalan yere şahitlik, yalan söylemek, sahtekârlık, bozgunculuk gibi eylemleri yapmalarına rağmen İslam’a hizmet ettiklerini sanmaları…
Vah zavallılar…

Fazlı KÖKSAL



28.10.18

REŞİT GALİP ÜZERİNDEN ANDIMIZA SALDIRI ve 2. ABDÜLHAMİT’İN GAYRİMÜSLİM NAZIRLARI


Türkiye’de kendilerine tarihçi diyen Atatürk Düşmanı dinci bir güruh var. En ufak milliyetçi bir çıkışı bile “ırkçılık” olarak yaftalayan bu muhteremler, Atatürk’ün çevresinde olan ve Türkiye dışında doğan Türklere “Sabatayist” damgasını vurarak, ırkçılığın en rezilini yapmaktan geri durmazlar.

Danıştay’ın “Andımız”ı yasaklayan yönetmelik hükmünü iptal kararından sonra başlayan “Andımız” tartışmalarında bu sözde tarihçiler yine ortaya çıkılar. Andımızın içeriği, cümleleri üzerinde hiç durmayıp, “Andımız”ı kaleme alan Reşit Galip’in kişiliği üzerinden “Andımız”a saldırdılar… Onlara göre Rodos’ta doğan Reşit Galip “Sabatayist” idi… Tek dayanakları da Reşit Galip’in okuduğunu iddia ettikleri okulun adı idi… “Türküm Doğruyum Çalışkanım” demeyi, “Varlığım Türk Varlığına Armağan Olsun” demeyi, “Ne Mutlu Türküm Diyene” demeyi ırkçılık sayan muhteremler, ırkçılığın en adisini yapıyorlar, ellerinde herhangi bir delil olmaksızın, fikirlerine katılmadıkları bir Türk’ü, Türk olmamakla suçluyorlardı…

Birinci Türk Tarih Kongresi sırasında Güneş- Dil Teorisi’ne karşı çıkan Zeki Velidi Togan ile sürtüşmeleri sırasında, Zeki Velidi Togan’ın yanında durduğu için üniversite asistanlığından ayrılmak zorunda kalan, büyük Türkçü Nihal Atsız bile, nefret ettiği Reşit Galip hakkında “Sabatayist” suçlamasını yapmamıştır. O Atsız ki, Askeri Tıbbiyeden Arap bir subaya selam vermediği için atılmış, çıkardığı dergilerde Türk olmayan ünlüleri deşifre etmekten çekinmeyen Atsız’ın kendisini, emeğinden, daha da önemlisi çok sevdiği bilim dünyasından ayrılmasına neden olan Reşit Galip eğer Sabatayist olsaydı bunu her fırsatta yazmaktan çekinmezdi. Bu tespit bile Reşit Galip hakkındaki “Sabatayist” iddiasının doğru olmadığının göstergesidir.

Konu Atatürk’ün çevresindekiler olduğu zaman Irkçı diye suçlananların cesaret edemeyeceği pervasızlıkta ırkçılık yapan bu dinci-tarihçi (!) güruh, nedense göklere çıkardıkları “Ulu Hakan” 2. Abdülhamit’in[i] çevresindeki gayrimüslimlerden hiç bahsetmezler.. 
O zaman Halife-i Müslümin 2. Abdülhamit’in nazırlarından (bakanlarından) ve bürokratlarından bir kısmını biz sıralayalım;
Hariciye Nazırları;  Aleksandros Karateodori Paşa (1878-1879)  ve Sava Paşa (1879-1880)
Hazine-i Hassa Nazırları: Agop Ohanes Kazazyan (1876-1891), Mikail Portakalyan Efendi (1891-1897) Ohanes Sakız Efendi (1897-1908)


Maliye Nazırı: Agop Ohanes Kazasyan Paşa (28-30 Ağustos 1885), (Aralık 1886 - Mart 1887) (1888-1891)

Nafia Nazırları: Ohanes Çamiç Efendi  (1877-1878), Aleksandr Karateodori Paşa (1878) Sava Paşa (1878-1979)
Orman ve Maadin Nazırları; Mavrokordato Efendi (1908-1909)  Aristidi Paşa ( 1909)
Ticaret ve Ziraat Nazırları: Bedros Kuyumcuyan Efendi (1880)  Gabriel Noradonkyan Efendi (1908-1909)
I.Meşrutiyet Ayan Üyeleri(1876)[ii]; Antopolos Efendii Aristarki Bey, Daviçon Karmona Efendi, Musurus Paşa, Serviçen Efendi, Stoyanoviç Efendi, Dr. De Kastro Bey, Mavroyeni Paşa ,Karatodri Paşa, Abraham Karakahya Paşa
II.Meşrutiyet Ayan Üyeleri(1908) Azaryan Efendi,Basarya Efendi,Bohor Efendi, Fethi Franko Bey, Gabriyel Noradonkyan Efendi, Mavrokordato Efendi, Mavroyeni Bey, Oksanti Efendi, Yorgiyadis Efendi, Aram Efendi, Popoviç Temko Efendi,
Babıali Hukuk Müşaviri Gabriel Efendi 1876-1908 tarihleri arasında bu görevi yürütmüş, 1908’de 2 Abdülhamit tarafından Ayan Meclisine seçilen Gabriel efendi Aynı zamanda Ticaret ve Ziraat nazırlığına atanmıştır. Siyaset dahisi olarak tanıtılan 2. Abdülhamit zamanında sürekli el üstünde tutulan bu Gabriel Efendi2. Dünya savaşı sonrası düzenlenen Paris Konferansında Ermeniler için toprak talep etmiş, Lozan Konferansına da Ermeniler adına katılmıştır…( Lozan aleyhine dincilerin yazdığı onlarca kitap ve makale okudum, ilginçtir hiçbirinde Ermeni temsilciai Gabriel Norankyan’ın Abdülhamit Zamanında Türkiyede üst düzey görevlerde bulunduğunun belirtildiğine şahit olmadım)

Abdülhamit’in döneminde Hariciye Vekaleti bürokrasisine tamamen gayrimüslim  bürokratlar hakimdir..

Hariciye Müsteşarı Artin Dadyan Paşa’dır. Müsteşar Muavini yine Ermeni İlyas Efendi idi. Tahrirat-ı Hariciye Kâtibi, sonradan rütbe-i vezaretle Cebel-i Lübnan mutasarrıflığına tayin edilmiş olan Naum Efendi’dir. Şifre Kalemi müdürü Haçik Efendi’dir . Evrak müdüriyetini, Ermeni Mıhirdat Efendi yürütmektedir. Tahrirat-ı Hariciye kalemi mümeyyizi olan Yusuf Franko Bey’in, Türkçesi oldukça zayıftır. Hariciye muhasebecisi Haçik Efendi, daha sonra Köstence başkonsolosluğuna tayin edilmiştir… Matbuat-ı Hariciye Müdüriyetini, Simon Efendi yürütüyordu. Tabiiyet Müdürlüğü vazifesini İstevraki Efendi götürüyordu. Tahrirat-ı Hariciye Kalemi’nden Rupen Efendi, Kirkor Efendi, Hattat Dikran Efendi ve Ermeni Katolik patriklerinden Hasun Efendi’nin küçük oğlu Hasun Efendi ile Çiracı Efendi bulunmaktadır..[iii]

Elçilere göz attığımızda; Y. Fotiades Bey ve Gobdan Efendi’nin Atina, Azaryan Efendi’nin Belgrad, E. Karatodri Efendi’nin Brüksel, Blak Bey’in Bükreş, Yanko Karaca, Misak Efendi ve Aritraki Efendi’nin Lahey, K. Musurus Paşa, Alfred  Rüstem Paşa ve  Antopulo Paşa’nın Londra, Naum Paşa’nın Paris, S. Musurus Bey ve Y. Fotiades Bey’in Roma, Nikola Gobdan Efendi’nin Sofya, A. Vogorides Paşa’nın Viyana, L. Aristarki Bey ve A. Mavroyeni Bey’in Washington’da Büyükelçi-Elçi olarak görev yaptıklarını görüyoruz[iv]
Konsolos ve kâtipliklerde de Türk unsurundan ziyade Ermeni ve bilhassa Rum memurlar kullanılmakta idi.
Valillik koltuklarının çoğunda da gayrimüslimler oturuyordu.
Mesela;
Şarkî Rumeli Valileri  Sava Paşa,,Aleko Vogorides Paşa , Gavril Paşa Hristoiç , Alexandre de Battenberg, Ferdinand de Saxe-Cobourg et Gotha,
Sisam Beyleri; Mişel Gregoriyadis Bey,  Aleksander Mavroyeni Bey, Yanko Vitinos Bey, Kostaki Karateodori Paşa,  Yorgi Yorgiadis Efendi, Andrea Kopasis Efendi,
Cebelilübnan Sancağı Mutasarrıfları Vasa Paşa, Naum Paşa, Yusuf Franko Paşa
Maliyesini, hariciyesini, tarımını, madenlerini ve de mülkiyesini gayrimüslimlere bırakmış devletin başında bir İslam Halifesi (!) vardır…
Dinci tarihçiler bunları bilmezler mi? Bilmesine bilirler de yazmak işlerine gelmez... Çünkü onlar için, geçmiş olayların bu güne doğru olarak aktarılması değil, ideolojilerine uygun gelen bir tarih yaratılmasıdır… Tarihe yalan söyletmektir..

Fazlı KÖKSAL


  



[i] [i] Ki ben kişisel olarak 2. Abdülhamit’i Ulu Hakan olarak görmesem de onu takdir eder ve Kızıl Sultan olarak nitelendirilmesini doğru bulmam. Abdülhamit’in gerileme devrinin en önemli, en büyük ama en şanssız Padişahlarından birisi olarak görürüm.
[ii] Meclis’i Ayan: Padişah tarafından seçilen Meclis üyeleri -Senatörler
[iii] DADYAN, Şaro - Sultan Abdülaziz, V. Murad ve II. Abdülhamid Dönemlerinin Osmanlı Hariciyesinde Üst Düzey Gayrimüslim Bürokrat ve Diplomatlar Milli Saraylar Dergisi Sayı 10/2012  Sayfa:63-73
[iv] KUNERALP, Sinan, Son Dönem Osmanlı Erkan ve Ricali, Prosopografik Rehber, İstanbul: İsis Yayınları, 1999.

16.12.16

TÜRKİYE’DE TOPLU KATLİAMLA SONUÇLANAN İLK TERÖR EYLEMİ


Fazlı KÖKSAL


Yeri göğü titreten, İstanbul’un her yerinden duyulan bir patlamayla sarsıldı herkes…
İstanbul, 29 Mayıs 1453’ten bu yana böyle büyük bir gürültüye şahit olmamıştı…
İnsanlar şaşkındı, büyük çoğunluk dona kalmışlardı.. Bir kısmı da bilinçsizce sağa-sola koşuşturuyordu…

Yerde parçalanmış 26 ceset vardı… Asker, sivil, hatta birkaç çocuk… 58 yaralı, paramparça olmuş arabalar ve 20 ölü at…

Takvimler  21.Temmuz.1905’ü gösteriyordu…

İstanbul, Türkiye ve belki de İslam Coğrafyası toplu katliamla sonuçlanan ilk terörist saldırıyla karşı karşıya kalmıştı…

Bu saldırının nedenlerini, öncesini ve olay anını Romancı, Şair Hasan İzzettin DİNAMO, İstiklal Savaşı’nı destanlaştırdığı KUTSAL İSYAN Romanında –aslında roman mı, yoksa dipnotsuz bir tarihi araştırma mı demek daha doğru bilemiyorum- çok güzel anlatır.

Hasan İzzettin DİNAMO’nun sosyalist bir kalem olması, Sultan 2. Abdülhamit hakkındaki tespitlerini daha ilginç ve inanılır kılmaktadır.

Girizgâhı fazla uzatmadan, sözü Hasan İzzettin DİNAMO’ya bırakalım;

Bütün Yahudiler “Kızıl Sultan”ın başında kopacak kıyameti babalarının hayrına beklemiyorlardı. “Adanmış toprak” Filistin, ancak böylece ellerine geçecekti. Anayurt’un kurtuluşu için oluk oluk altın akıtıyorlardı. Yahudiler, ilk önce Filistin'i Sultan Abdülhamit'ten para ile satın alabileceklerini sanmışlar, bir kez ona başvurmaya karar vermişlerdi. Siyonizm’in uluslararası kurucusu Teodor Hertzel kalkıp İstanbul'a gelmiş, hahambaşıyı da beraberine alarak Abdülhamit'in huzuruna çıkmıştı. Onları Yıldız Sarayı'nda kabul eden Abdülhamit, ne istediklerini sormuştu. Teodor Hertzel, dileğini açıkça söylemişti: Dünya Yahudileri için bir yurt istiyorlardı. Babil köleliğinden beri, ellerinden alınmış olan ana yurtlarına bir türlü dönememişlerdi. İnşallah “saye-i şahane”de bu dileklerine erişeceklerdi.

Uzun, acıklı ve haklıya benzer bir konuşmada bulunan Teodor Hertzel, en sonra bu isteklerinin bedava yerine getirilmesini de düşünmediklerini, onun pahasını bütünüyle ödeyeceklerini söyledikten sonra konuşmasını şu sözlerle bitirmişti: “Zat-ı haşmetpenahilerine arz edeyim ki Kudüs için kaç milyon altın tensip buyurursanız derhal takdime amadeyiz.”
Abdülhamit, bu rüşvet önerisi karşısında öfkesinden küplere binmiş ve “Yıkılın gidin karşımdan, vatan para ile satılmaz!” diye bağırmıştı. O da Filistin'i kendi vatanının bir parçası olarak düşünüyordu.

Gürültüye koşan saray adamları onları yaka paça saraydan dışarı atmışlardı. İşte, “Arz-ı Kenan”ı rüşvet ve altınla ve barış yoluyla koparamayacağını anlayan dünya siyonizmi, Sultan'ın baş düşmanı kesilmiş ve onun yıkılması için her çareye başvurmaya başlamıştı. Siyonizm, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılıp parçalanması için en önemli araç olarak hürriyet parolasını kullanmayı daha yararlı görüyordu.

Bundan dolayı Türkiye'yi istibdattan kurtarmak için çalışan her türlü örgütle el ele vermişlerdi. Türkiye’de ancak bir azınlık olan Ermenileri de “ittifaklarına” almışlardı. Ermeniler, hem iyi birer dövüşçü idiler, hem de Rusya’ca desteklenmekteydiler. Rusya, onlara Osmanlı İmparatorluğu topraklarından büyük bir yurt koparmaya söz vermişti. Çarlık politikacıları bu işte, Ermenilerden daha sabırsızdılar. Bunun için de İstanbul'u terörcü Kafkasya Ermenileriyle dolduruyor ve Ermeni kiliselerini silâh deposu haline getiriyorlardı. Kumkapı'daki büyük Ermeni kilisesinde toplanan Ermeni İhtilâlcileri de tıpkı Yahudiler gibi Osmanlı İmparatorluğu'nu bir an önce parçalamak kararını vermişlerdi. Bundan sonra da Rusya'nın işareti ile İlk vukuatı çıkarmakta gecikmemişlerdi. Aşırı milliyetçi, Taşnak Partisi'yle sosyalist eğilimli Hınçak Partisi üyeleri bu olayda aynı rolü oynamışlardı. Bir gün bir grup silahlı ve terörcü Ermenlnin Babıâli'yi bastığı görüldü. Bu anda başka silahlı bir Ermeni grubu da Galata'daki Osmanlı Bankası'nı basmıştı. Merakla caddeyi dolduran halkın üzerine de bir bomba savurmuş ve onları çil yavrusu gibi dağıtmışlardı. Her zaman çetin bir adam olan Sadrazam Sait Paşa, Babıâli'yi basan Ermeni ihtilâlciler ini en yakın jandarma kıtaları ile çevirtmiş, bu ara olayı İşiten gümrük hamalları da ellerine geçirdikleri kalır, sopalarla olay yerine yetişmişlerdi. Osmanlı Bankası hemen jandarma kıtaları ile çevrilmişti. Babıâli'yi basan Ermenileri, sırık hamalları ellerindeki sopalarla kovalamışlar ve onların ellerindeki silâhları toplamışlardı. Abdülhamit, Ermenilerin üzerlerinde yakalanan silâhlarla bunları teslim alan hamalların sopalarını Yıldız Sarayı'na istetmiş ve birer susturucu belge olarak zamanında kullanmak üzere onları ayrı İki odaya istif ettirmişti.

Kumkapı'daki kilisede saklanan ihtilâlcilerse kendilerini çeviren jandarmalara karşı tabanca ve bomba kullanarak korunmaya çalışmışlardı. Bu çatışma saatlerce sürmüştü. İhtilâlciler teslim olunca araya giren Rus elçisi, Rus tebaası olan Ermenilerin Rus bandıralı bir vapurla Türkiye'den çıkarılmasını istemiş, buna da müsaade almıştı.

Bu olaydan birkaç gün sonraydı. Merakla Abdülhamit’i ziyarete giden büyük devletlerin elçileri yemeğe oturmuş olan padişahı ivedi olarak yemekten kaldırmışlar ve bu olay üzerine ondan açıklama istemişlerdi. Abdülhamit, hiç istifini bozmadan sefirlerin önüne düşmüş, onları bir odaya götürmüştü. Burada pek çok silâh ve tabanca rastgele yığılmış duruyordu. Elçilerin tercümanlarına padişah şunları demişti: “Bu efendilere şunu söyleyiniz ki, Rusya tebaası Ermeniler, tebaa-ı şahanem olan Müslümanlara bu silâhlarla tecavüz etmişlerdir. Bunların fabrikası memâliki şahanemizde yoktur.”
Padişah, konukları bir sürprizle daha karşılaştırmak için başka bir odaya götürmüştü. Bu oda da, tıklım tıklım uzun sırıklar ve kalın sopalarla doluydu. Bir saray odasında garip bir manzara teşkil eden bu sopa yığınına elçiler şaşkın şaşkın bakarlarken, Abdülhamit, şu sözleri söylemişti: “Kendilerine şunu da anlatınız ki tebaam da bu sopalarla müdafaayı nefiste bulunmuştur. Bu sopalar bizim ormanlarımızdan tedarik edilmiştir.” Bu alaylı açıklama karşısında yabancı elçilere kös kös çekilip gitmek düşmüştü.

İşte, bu olaydır ki, Ermenilerle Yahudilerin aynı dâva uğrunda, yani Abdülhamit'i ortadan kaldırmak için el ele vermelerini kolaylaştırmıştı. Gerek Yahudiler gerekse Ermeniler, Jön Türkler ‘den de, İttihatçılardan da hayır çıkmayacağını anlayarak Abdülhamit'i kendileri el birliği ile ortadan kaldırmak kararını verince İsviçre'de son bir toplantı yapıp suikast işini görüşmüşlerdi. İşte, Hertzel'in Abdülhamit'ten para ile yurt istemesi de tam bu sıraya rastlıyordu.
Her hafta. Cuma namazını kılmak üzere Abdülhamit, Hamidiye Camii'ne gidiyordu. Cami, Yıldız Köşkü'nün pek yakınında, köşkü çeviren yüksek duvarların dışındaydı. Her Cuma sabahından başlayarak camiin çevresinde çok sıkı tertibat alınıyordu. Atlı ve yaya askerler, fedailer ve hafiyeler, sultanlarına kem gözle bakacak olanlar için öldürücü darbeler vurmaya her an hazır duruma geçiyorlardı.

Rusya Ermenilerinden Hristofer Mikaelyan, yine Rusya Ermenilerinden Konstantin, kızıyla birlikte Jores'in yardımcısıydı. İstanbul'da Singer Makinaları Şirketi'nde çalışan Belçikalı anarşist Jores suikastı en ince ayrıntılarına dek hazırladı. Patlayıcı madde olarak seksen kilo melinit kullanılacaktı. O zamanın en güçlü patlayıcı maddesi olan bu melinitin içine yirmi kilo tutarında çelik parçalarını kapsayan bir de bomba yerleştirdiler. Bu saniyesi saniyesine hesaplanarak ayarlanmış bir saatli bombaydı. Suikastçılar, padişahın nasıl dakika şaşmaz bir makina gibi camiye gelip gittiğini birkaç kez Cuma selâmlığına giderek öğrenmişlerdi. Abdülhamid'in gelip gidişini ecnebiler de seyretmek için arabalarıyla selâmlığa giderlerdi. Suikastçılar bundan yararlanarak saatli bombayı ayarladılar ve birer seyirci gibi arabalarıyla caminin önüne vardılar. Arabalarını caminin kapısında bırakıp gittiler.

21 Temmuz 1905 Cuma günü padişah namazdan kalkıp da Şeyhülislâm Cemalettin Efendi ile ayakta hiç de olağan olmayan konuşmasını yaparken dışarda yeri göğü inleten bir gürültü ile saatli bomba ve seksen kiloluk melinit patladı.

Padişah, Başkâtip Tahsin Paşa'ya ; “Ne oluyor?” diye sordu. Sonra hızla dış kapıya doğru ilerledi. Şöyle bir baktı: Yerde yirmi altı kişinin parçalanmış gövdeleri yatıyordu. Başka bir ölü elindeki ekmek çıkını ile uzanıp kalmıştı. Birkaç çocuk, ciğerleri dışarı fırlamış olarak oracıkta kıvrılıp kalmıştı. Parmaklıkların dışında saf tutan bir yığın asker, üst üste devrilmiş kanlar içinde yatmaktaydı. Bombanın etki alanından uzakta kalan süvariler ve piyadeler, ağızları şaşkınlıktan bir karış açık donmuş duruyorlardı.

Korkunç bir sessizlik, çevredeki şaşkınlığın derecesini gösteriyordu.

Padişah camiden dönerken dış kapıya dek uzanan yolu 42 saniyede alıyordu. Cehennem makinasının saati de buna göre kurulmuştu. Abdülhamit, pek korkunç bir suikast tertibinin karşısında bulunduğunu anlamışsa da hiç istifini bozmamış ve korku İzi göstermemişti.



Hasan İzzettin DİNAMO’nun konuyla ilgili anlattıkları bu kadar. Bu tespitler, diğer kaynakların anlatımıyla da örtüşüyor...

Bu olaydan sonra Tevfik FİKRET’in teröristin Abdülhamit’i öldürememiş olmasına üzüntüsünü Bir Lahza-i Taahhur  (Bir Anlık Duraksama) adlı şiirinde şöyle belirtir;
(Şiirin dili çok ağır olduğu için, şiirin orijinalini değil, çok iyi sadeleştirilmiş halini –muhtemelen yine kendisi tarafından- paylaşıyorum. Meraklısı şiirin orijinalini bulup okuyabilir)

Bir Lahza-i Taahhur

Bir patlama... bir duman... ve bütün bir şenlik alayı,
Sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın
Tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik,
Yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik...

Ey yüce patlama, ey öc alıcı duman,
Kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim?
Arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun,
Görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.

Sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki
Her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler.
Vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,
En gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.

Silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin
Bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.
Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
Attın... ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!

Dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,
Ya da o durmasaydı o tâlihsiz taç,
Kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
Bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.

Ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu,
Güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,
Birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,
Söndürdü bir nefeste bu parlak umudu;

Yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı,
Zulüm tarihine bir övünme önsözünü.
Kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;
Ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:

Bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)
Bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini

Tevfik Fikret

Tevfik Fikret’in dramı, öz değerlerinden kopmuş batıcı aydınımızın dramıdır…
Olayı tezgâhlayanların yabancı olduğu ortadadır. Hedef Abdülhamit değil, Türk Devletidir. 26 kişi hayatını kaybetmiştir. Bunları görmeyen Tevfik Fikret; Abdülhamit neden ölmedi derdindedir…

Bir tarafta, kendisi de Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı olan, Abdülhamit’i sevmeyen Sosyalist Hasan İzzettin DİNAMO’nun doğru tespitleri, namuslu-yerli aydın tavrı, diğer tarafta Tevfik Fikret’in batıcı aydın tavrı…

Tevfik Fikret’in tavrı, Orhan Pamuk’ların, Hasan Cemal’lerin, Ahmet-Mehmet Altan’ların tavrına ne kadar benziyor…

İlginçtir, Tevfik Fikret’in “Ey şanlı avcı” dediği Belçikalı Jores’i Abdülhamit bağışlar, maaşa bağlar… O tarihten sonra Jores Abdülhamit’in Avrupa ülkelerinde görev yapan bir hafiyesidir artık…

Şunu da belirmek gerekir;

Abdülhamit’in Yahudi-Ermeni ittifakının hedefi olması, onun her yaptığını doğru kılmaz, baskıcı/despotik tavrını aklamaz…

Tevfik Fikret’in bu yanlış tavrı da Onun büyük şair olmasına halel getirmez…


18.6.16

BİR TASNİF DENEMESİ


Türkiye Cumhuriyetini bugüne kadar yönetenler çeşitli tasniflere tabi tutuldu; sağcı-solcu, devletçi-liberal, demokrat-diktatör, aktif-pasif, milli-dış bağlantılı..
Ben, bugüne kadar yapılmamış bir tasnif çalışması yapmaya çalıştım. 
Devletimizi yönetenleri, eğitimlerini ve geçmişlerini gözetilerek birbirlerini takip eden şu dört dönem içinde değerlendirebileceğini düşünüyorum…
ASKER KADROLAR, SAVAŞI YAŞAYANLAR, SAVAŞIN ZORLUKLARINI BİLENLER (1923-1965)
Bu dönemdeki ilk dört Cumhurbaşkanımızı n (Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Cemal Gürsel) ortak özelliği Birinci Dünya Savaşını yaşamış olmaları fiilen istiklal savaşına katılmalarıdır. Bir başka deyişle ülkenin kurtuluşu, devletin kuruluşu için fiilen çarpışmışlardır. İlk üçü İngiliz İşgalindeki İstanbul’daki sözde mahkemelerce mahkum edilmişlerdir… 2. Dünya Savaşının dünyayı nasıl etkilediğini yaşamışlardır. yaşamışlardır..
Üçü askeri okullarda, olmak üzere dördü de devlet okullarında okumuşlardır…
O nedenle, bağımsızlığın, barışın, yokluğun ne demek olduğunu yaşayarak öğrenmişlerdir…
Dördü de küçük memur çocuğudur…
Lider özellikleri ile temayüz etmişlerdir….
İlk üçü partili Cumhurbaşkanıdır… Dördüncüsü de ihtilalin lideri… Güçlü lider ve güçlü kişiliklerdir… Zaman zaman Başbakanlar önde imiş gibi gözükseler de asıl belirleyici onlar olmuştur…
Bu dönemdeki Başbakanların ve bakanların büyük bölümü de aynı özellikleri taşırlar…
TEKNOKRAT-BÜROKRAT KADROLAR (1965-1985)
1965-1985 yıllarına baktığımızda, bu dönemde Demirel, Ecevit,Erbakan, Türkeş ve Özal ‘ın öne çıktığını görüyoruz…
Ortak özellikleri; devleti tanımaları, iyi eğitim almaları, parlak kariyerleri…
Ecevit dışındakiler Liseyi devlet okullarında yatılı-burslu okumuşlar, okullarını derece ile bitirmişler… Yine Ecevit Dışındakiler, dar gelirli ailelerin çocukları ..
Demirel, Özal ve Erbakan o yıllarda Türkiye’nin en önemli üniversitesi İTÜ’yü derece ile bitirmişler… Türkeş de Harp Okulunu ve Harp Akademisini derece ile bitirmiş… Ecevit Robert Kolej mezunu bir gazeteci…
Siyasete atılmadan hepsi devleti çok iyi tanıyor… Demirel eski DSİ Genel Müdürü… Türkeş ve Özal Başbakanlık Müsteşarlığı görevinde bulunmuşlar… Erbakan çeşitli Bakanlıklarda danışman olarak çalışmış… Ecevit çok genç yaşta Çalışma Bakanı olmuş… Kısacası ortak özellikleri, Başbakan veya Başbakan Yardımcısı olduklarında devlet çarkını çok iyi biliyor olmaları…
Zekaları ve hafızaları ile sıradışı insanlar…
TESADÜFÜ KADROLAR (1985-2000) 
Bu dönem Erzincan Eski Hal Müdürü Yıldırım Akbulut’un Başbakan olması ile başlatılabilir…. Sonra Bir Alman Koleji mezunu, sermaye çevrelerine yakınlığının Başbakanlığa taşıdığı bir şanslı kişi.. Sonra Prof. Unvanlı sarışın güzel kadın… Gafları ve potları ile kalacak hafızalarımızda… Siyasete dışarıdan montaj denemesi… 
Arada dönemini kapamış 2-3 eski ismin arzı endam etmesi… 
Dürüst bilinen bir politikacı yanında yetişmesine rağmen, ön plana çıkmadan sermayenin istekleri doğrultusunda siyaseti yönlendiren bir tilki politikacı…
Bu dönemdeki siyasetçilerin ortak özelliği, bürokrasiyi de siyaseti de iyi bilmemeleri…
ÜÇ AKADEMİLİ (2000-2016)
Daha sonra; üç akademili(1)… 
Mezuniyet sonrası, birisi bürokrasiyi, diğeri akademik hayatı, diğeri ticareti ve siyaseti tercih etmiş…
Yıllar sonra siyasette buluşmuşlar… Birisi İktidar Partisinin, diğeri Ana Muhalefet Partisinin, 3. sü de diğer muhalefet partisinin başında…
80 milyonluk Büyük Türkiye, Öğrenim hayatları çok başarılı olmayan üç akademili tarafından yönetiliyor… 
Meclisteki 500 vekili onlar belirliyor…
İkisi yoksul aile çocuğu , üçüncüsü varlıklı aile çocuğu… Birisi devlet okulunda, birisi kolejde, diğeri de İmam Hatip’de tamamlamış orta öğrenimini…
Tabii bu dört ana dönemin içinde yer yer darbeler, darbeciler dönemleri…
(1)İktisadi Ticari Akademileri 1960-1980 yıllarında var olan Lisans ve Yüksek Lisans eğitimi veren öğrenim Kurumları… Daha sonra Üniversitelere bağlanarak İktisadi Ticari Bilimler Fakultelerine dönüştüler….Ben de Akademi mezunuyum… İstisnalar dışında , doktor, mühendis, hukukçu olacak puanı alamayanlar Akademiyi tercih ederlerdi… Çok az da olsa, Akademilerde devam mecburiyeti olmadığı için bir işte çalışmak amacıyla akademiyi seçenler de çıkardı..