Fazlı KÖKSAL
Yeri göğü titreten, İstanbul’un her yerinden duyulan
bir patlamayla sarsıldı herkes…
İstanbul, 29 Mayıs
1453’ten bu yana böyle büyük bir gürültüye şahit olmamıştı…
İnsanlar şaşkındı,
büyük çoğunluk dona kalmışlardı.. Bir kısmı da bilinçsizce sağa-sola koşuşturuyordu…
Yerde parçalanmış 26
ceset vardı… Asker, sivil, hatta birkaç çocuk… 58 yaralı, paramparça
olmuş arabalar ve 20 ölü at…
Takvimler 21.Temmuz.1905’ü gösteriyordu…
İstanbul, Türkiye ve
belki de İslam Coğrafyası toplu katliamla sonuçlanan ilk terörist saldırıyla karşı
karşıya kalmıştı…
Bu saldırının
nedenlerini, öncesini ve olay anını Romancı, Şair Hasan İzzettin DİNAMO,
İstiklal Savaşı’nı destanlaştırdığı KUTSAL İSYAN Romanında –aslında roman mı,
yoksa dipnotsuz bir tarihi araştırma mı demek daha doğru bilemiyorum- çok güzel
anlatır.
Hasan İzzettin
DİNAMO’nun sosyalist bir kalem olması, Sultan 2. Abdülhamit hakkındaki tespitlerini
daha ilginç ve inanılır kılmaktadır.
Girizgâhı fazla
uzatmadan, sözü Hasan İzzettin DİNAMO’ya bırakalım;
Bütün
Yahudiler “Kızıl Sultan”ın başında kopacak kıyameti babalarının hayrına
beklemiyorlardı. “Adanmış toprak” Filistin, ancak böylece ellerine geçecekti. Anayurt’un
kurtuluşu için oluk oluk altın akıtıyorlardı. Yahudiler, ilk önce Filistin'i
Sultan Abdülhamit'ten para ile satın alabileceklerini sanmışlar, bir kez ona başvurmaya
karar vermişlerdi. Siyonizm’in uluslararası kurucusu Teodor Hertzel kalkıp
İstanbul'a gelmiş, hahambaşıyı da beraberine alarak Abdülhamit'in huzuruna
çıkmıştı. Onları Yıldız Sarayı'nda kabul eden Abdülhamit, ne istediklerini
sormuştu. Teodor Hertzel, dileğini açıkça söylemişti: Dünya Yahudileri için bir
yurt istiyorlardı. Babil köleliğinden beri, ellerinden alınmış olan ana
yurtlarına bir türlü dönememişlerdi. İnşallah “saye-i şahane”de bu dileklerine
erişeceklerdi.
Uzun,
acıklı ve haklıya benzer bir konuşmada bulunan Teodor Hertzel, en sonra bu
isteklerinin bedava yerine getirilmesini de düşünmediklerini, onun pahasını bütünüyle
ödeyeceklerini söyledikten sonra konuşmasını şu sözlerle bitirmişti: “Zat-ı
haşmetpenahilerine arz edeyim ki Kudüs için kaç milyon altın tensip buyurursanız
derhal takdime amadeyiz.”
Abdülhamit,
bu rüşvet önerisi karşısında öfkesinden küplere binmiş ve “Yıkılın gidin
karşımdan, vatan para ile satılmaz!” diye bağırmıştı. O da Filistin'i kendi
vatanının bir parçası olarak düşünüyordu.
Gürültüye
koşan saray adamları onları yaka paça saraydan dışarı atmışlardı. İşte, “Arz-ı
Kenan”ı rüşvet ve altınla ve barış yoluyla koparamayacağını anlayan dünya
siyonizmi, Sultan'ın baş düşmanı kesilmiş ve onun yıkılması için her çareye başvurmaya
başlamıştı. Siyonizm, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılıp parçalanması için en
önemli araç olarak hürriyet parolasını kullanmayı daha yararlı görüyordu.
Bundan
dolayı Türkiye'yi istibdattan kurtarmak için çalışan her türlü örgütle el ele
vermişlerdi. Türkiye’de ancak bir azınlık olan Ermenileri de “ittifaklarına”
almışlardı. Ermeniler, hem iyi birer dövüşçü idiler, hem de Rusya’ca
desteklenmekteydiler. Rusya, onlara Osmanlı İmparatorluğu topraklarından büyük
bir yurt koparmaya söz vermişti. Çarlık politikacıları bu işte, Ermenilerden
daha sabırsızdılar. Bunun için de İstanbul'u terörcü Kafkasya Ermenileriyle
dolduruyor ve Ermeni kiliselerini silâh deposu haline getiriyorlardı.
Kumkapı'daki büyük Ermeni kilisesinde toplanan Ermeni İhtilâlcileri de tıpkı
Yahudiler gibi Osmanlı İmparatorluğu'nu bir an önce parçalamak kararını
vermişlerdi. Bundan sonra da Rusya'nın işareti ile İlk vukuatı çıkarmakta gecikmemişlerdi.
Aşırı milliyetçi, Taşnak Partisi'yle sosyalist eğilimli Hınçak Partisi üyeleri
bu olayda aynı rolü oynamışlardı. Bir gün bir grup silahlı ve terörcü Ermenlnin
Babıâli'yi bastığı görüldü. Bu anda başka silahlı bir Ermeni grubu da
Galata'daki Osmanlı Bankası'nı basmıştı. Merakla caddeyi dolduran halkın
üzerine de bir bomba savurmuş ve onları çil yavrusu gibi dağıtmışlardı. Her
zaman çetin bir adam olan Sadrazam Sait Paşa, Babıâli'yi basan Ermeni
ihtilâlciler ini en yakın jandarma kıtaları ile çevirtmiş, bu ara olayı İşiten
gümrük hamalları da ellerine geçirdikleri kalır, sopalarla olay yerine
yetişmişlerdi. Osmanlı Bankası hemen jandarma kıtaları ile çevrilmişti.
Babıâli'yi basan Ermenileri, sırık hamalları ellerindeki sopalarla kovalamışlar
ve onların ellerindeki silâhları toplamışlardı. Abdülhamit, Ermenilerin
üzerlerinde yakalanan silâhlarla bunları teslim alan hamalların sopalarını
Yıldız Sarayı'na istetmiş ve birer susturucu belge olarak zamanında kullanmak
üzere onları ayrı İki odaya istif ettirmişti.
Kumkapı'daki
kilisede saklanan ihtilâlcilerse kendilerini çeviren jandarmalara karşı tabanca
ve bomba kullanarak korunmaya çalışmışlardı. Bu çatışma saatlerce sürmüştü.
İhtilâlciler teslim olunca araya giren Rus elçisi, Rus tebaası olan Ermenilerin
Rus bandıralı bir vapurla Türkiye'den çıkarılmasını istemiş, buna da müsaade almıştı.
Bu
olaydan birkaç gün sonraydı. Merakla Abdülhamit’i ziyarete giden büyük devletlerin
elçileri yemeğe oturmuş olan padişahı ivedi olarak yemekten kaldırmışlar ve bu
olay üzerine ondan açıklama istemişlerdi. Abdülhamit, hiç istifini bozmadan
sefirlerin önüne düşmüş, onları bir odaya götürmüştü. Burada pek çok silâh ve
tabanca rastgele yığılmış duruyordu. Elçilerin tercümanlarına padişah şunları
demişti: “Bu efendilere şunu söyleyiniz ki, Rusya tebaası Ermeniler, tebaa-ı şahanem
olan Müslümanlara bu silâhlarla tecavüz etmişlerdir. Bunların fabrikası
memâliki şahanemizde yoktur.”
Padişah,
konukları bir sürprizle daha karşılaştırmak için başka bir odaya götürmüştü. Bu
oda da, tıklım tıklım uzun sırıklar ve kalın sopalarla doluydu. Bir saray odasında
garip bir manzara teşkil eden bu sopa yığınına elçiler şaşkın şaşkın
bakarlarken, Abdülhamit, şu sözleri söylemişti: “Kendilerine şunu da anlatınız
ki tebaam da bu sopalarla müdafaayı nefiste bulunmuştur. Bu sopalar bizim
ormanlarımızdan tedarik edilmiştir.” Bu alaylı açıklama karşısında yabancı
elçilere kös kös çekilip gitmek düşmüştü.
İşte,
bu olaydır ki, Ermenilerle Yahudilerin aynı dâva uğrunda, yani Abdülhamit'i
ortadan kaldırmak için el ele vermelerini kolaylaştırmıştı. Gerek Yahudiler
gerekse Ermeniler, Jön Türkler ‘den de, İttihatçılardan da hayır çıkmayacağını
anlayarak Abdülhamit'i kendileri el birliği ile ortadan kaldırmak kararını
verince İsviçre'de son bir toplantı yapıp suikast işini görüşmüşlerdi. İşte,
Hertzel'in Abdülhamit'ten para ile yurt istemesi de tam bu sıraya rastlıyordu.
Her
hafta. Cuma namazını kılmak üzere Abdülhamit, Hamidiye Camii'ne gidiyordu.
Cami, Yıldız Köşkü'nün pek yakınında, köşkü çeviren yüksek duvarların
dışındaydı. Her Cuma sabahından başlayarak camiin çevresinde çok sıkı tertibat alınıyordu.
Atlı ve yaya askerler, fedailer ve hafiyeler, sultanlarına kem gözle bakacak
olanlar için öldürücü darbeler vurmaya her an hazır duruma geçiyorlardı.
Rusya
Ermenilerinden Hristofer Mikaelyan, yine Rusya Ermenilerinden Konstantin,
kızıyla birlikte Jores'in yardımcısıydı. İstanbul'da Singer Makinaları
Şirketi'nde çalışan Belçikalı anarşist Jores suikastı en ince ayrıntılarına dek
hazırladı. Patlayıcı madde olarak seksen kilo melinit kullanılacaktı. O zamanın
en güçlü patlayıcı maddesi olan bu melinitin içine yirmi kilo tutarında çelik
parçalarını kapsayan bir de bomba yerleştirdiler. Bu saniyesi saniyesine hesaplanarak
ayarlanmış bir saatli bombaydı. Suikastçılar, padişahın nasıl dakika şaşmaz bir
makina gibi camiye gelip gittiğini birkaç kez Cuma selâmlığına giderek
öğrenmişlerdi. Abdülhamid'in gelip gidişini ecnebiler de seyretmek için
arabalarıyla selâmlığa giderlerdi. Suikastçılar bundan yararlanarak saatli bombayı
ayarladılar ve birer seyirci gibi arabalarıyla caminin önüne vardılar.
Arabalarını caminin kapısında bırakıp gittiler.
21
Temmuz 1905 Cuma günü padişah namazdan kalkıp da Şeyhülislâm Cemalettin Efendi
ile ayakta hiç de olağan olmayan konuşmasını yaparken dışarda yeri göğü inleten
bir gürültü ile saatli bomba ve seksen kiloluk melinit patladı.
Padişah,
Başkâtip Tahsin Paşa'ya ; “Ne oluyor?” diye sordu. Sonra hızla dış kapıya doğru
ilerledi. Şöyle bir baktı: Yerde yirmi
altı kişinin parçalanmış gövdeleri yatıyordu. Başka bir ölü elindeki ekmek
çıkını ile uzanıp kalmıştı. Birkaç çocuk, ciğerleri dışarı fırlamış olarak oracıkta
kıvrılıp kalmıştı. Parmaklıkların dışında saf tutan bir yığın asker, üst üste
devrilmiş kanlar içinde yatmaktaydı. Bombanın etki alanından uzakta kalan
süvariler ve piyadeler, ağızları şaşkınlıktan bir karış açık donmuş duruyorlardı.
Korkunç
bir sessizlik, çevredeki şaşkınlığın derecesini gösteriyordu.
Padişah
camiden dönerken dış kapıya dek uzanan yolu 42 saniyede alıyordu. Cehennem
makinasının saati de buna göre kurulmuştu. Abdülhamit, pek korkunç bir suikast
tertibinin karşısında bulunduğunu anlamışsa da hiç istifini bozmamış ve korku
İzi göstermemişti.
Hasan İzzettin DİNAMO’nun konuyla ilgili anlattıkları bu kadar. Bu tespitler, diğer kaynakların anlatımıyla da örtüşüyor...
Bu olaydan sonra Tevfik FİKRET’in teröristin Abdülhamit’i öldürememiş olmasına üzüntüsünü Bir Lahza-i Taahhur (Bir Anlık Duraksama) adlı şiirinde şöyle belirtir;
(Şiirin dili çok ağır olduğu için, şiirin orijinalini değil, çok iyi sadeleştirilmiş halini –muhtemelen yine kendisi tarafından- paylaşıyorum. Meraklısı şiirin orijinalini bulup okuyabilir)
Bir Lahza-i Taahhur Bir patlama... bir duman... ve bütün bir şenlik alayı,
Sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın
Tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik,
Yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik...
Ey yüce patlama, ey öc alıcı duman,
Kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim?
Arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun,
Görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.
Sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki
Her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler.
Vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,
En gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.
Silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin
Bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.
Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
Attın... ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
Dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,
Ya da o durmasaydı o tâlihsiz taç,
Kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
Bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.
Ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu,
Güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,
Birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,
Söndürdü bir nefeste bu parlak umudu;
Yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı,
Zulüm tarihine bir övünme önsözünü.
Kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;
Ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:
Bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)
Bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini
Tevfik Fikret Tevfik Fikret’in dramı, öz değerlerinden kopmuş batıcı aydınımızın dramıdır…
Olayı tezgâhlayanların yabancı olduğu ortadadır. Hedef Abdülhamit değil, Türk Devletidir. 26 kişi hayatını kaybetmiştir. Bunları görmeyen Tevfik Fikret; Abdülhamit neden ölmedi derdindedir…
Bir tarafta, kendisi de Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı olan, Abdülhamit’i sevmeyen Sosyalist Hasan İzzettin DİNAMO’nun doğru tespitleri, namuslu-yerli aydın tavrı, diğer tarafta Tevfik Fikret’in batıcı aydın tavrı…
Tevfik Fikret’in tavrı, Orhan Pamuk’ların, Hasan Cemal’lerin, Ahmet-Mehmet Altan’ların tavrına ne kadar benziyor…
İlginçtir, Tevfik Fikret’in “Ey şanlı avcı” dediği Belçikalı Jores’i Abdülhamit bağışlar, maaşa bağlar… O tarihten sonra Jores Abdülhamit’in Avrupa ülkelerinde görev yapan bir hafiyesidir artık…
Şunu da belirmek gerekir;
Abdülhamit’in Yahudi-Ermeni ittifakının hedefi olması, onun her yaptığını doğru kılmaz, baskıcı/despotik tavrını aklamaz…
Tevfik Fikret’in bu yanlış tavrı da Onun büyük şair olmasına halel getirmez…