16.12.16

TÜRKİYE’DE TOPLU KATLİAMLA SONUÇLANAN İLK TERÖR EYLEMİ


Fazlı KÖKSAL


Yeri göğü titreten, İstanbul’un her yerinden duyulan bir patlamayla sarsıldı herkes…
İstanbul, 29 Mayıs 1453’ten bu yana böyle büyük bir gürültüye şahit olmamıştı…
İnsanlar şaşkındı, büyük çoğunluk dona kalmışlardı.. Bir kısmı da bilinçsizce sağa-sola koşuşturuyordu…

Yerde parçalanmış 26 ceset vardı… Asker, sivil, hatta birkaç çocuk… 58 yaralı, paramparça olmuş arabalar ve 20 ölü at…

Takvimler  21.Temmuz.1905’ü gösteriyordu…

İstanbul, Türkiye ve belki de İslam Coğrafyası toplu katliamla sonuçlanan ilk terörist saldırıyla karşı karşıya kalmıştı…

Bu saldırının nedenlerini, öncesini ve olay anını Romancı, Şair Hasan İzzettin DİNAMO, İstiklal Savaşı’nı destanlaştırdığı KUTSAL İSYAN Romanında –aslında roman mı, yoksa dipnotsuz bir tarihi araştırma mı demek daha doğru bilemiyorum- çok güzel anlatır.

Hasan İzzettin DİNAMO’nun sosyalist bir kalem olması, Sultan 2. Abdülhamit hakkındaki tespitlerini daha ilginç ve inanılır kılmaktadır.

Girizgâhı fazla uzatmadan, sözü Hasan İzzettin DİNAMO’ya bırakalım;

Bütün Yahudiler “Kızıl Sultan”ın başında kopacak kıyameti babalarının hayrına beklemiyorlardı. “Adanmış toprak” Filistin, ancak böylece ellerine geçecekti. Anayurt’un kurtuluşu için oluk oluk altın akıtıyorlardı. Yahudiler, ilk önce Filistin'i Sultan Abdülhamit'ten para ile satın alabileceklerini sanmışlar, bir kez ona başvurmaya karar vermişlerdi. Siyonizm’in uluslararası kurucusu Teodor Hertzel kalkıp İstanbul'a gelmiş, hahambaşıyı da beraberine alarak Abdülhamit'in huzuruna çıkmıştı. Onları Yıldız Sarayı'nda kabul eden Abdülhamit, ne istediklerini sormuştu. Teodor Hertzel, dileğini açıkça söylemişti: Dünya Yahudileri için bir yurt istiyorlardı. Babil köleliğinden beri, ellerinden alınmış olan ana yurtlarına bir türlü dönememişlerdi. İnşallah “saye-i şahane”de bu dileklerine erişeceklerdi.

Uzun, acıklı ve haklıya benzer bir konuşmada bulunan Teodor Hertzel, en sonra bu isteklerinin bedava yerine getirilmesini de düşünmediklerini, onun pahasını bütünüyle ödeyeceklerini söyledikten sonra konuşmasını şu sözlerle bitirmişti: “Zat-ı haşmetpenahilerine arz edeyim ki Kudüs için kaç milyon altın tensip buyurursanız derhal takdime amadeyiz.”
Abdülhamit, bu rüşvet önerisi karşısında öfkesinden küplere binmiş ve “Yıkılın gidin karşımdan, vatan para ile satılmaz!” diye bağırmıştı. O da Filistin'i kendi vatanının bir parçası olarak düşünüyordu.

Gürültüye koşan saray adamları onları yaka paça saraydan dışarı atmışlardı. İşte, “Arz-ı Kenan”ı rüşvet ve altınla ve barış yoluyla koparamayacağını anlayan dünya siyonizmi, Sultan'ın baş düşmanı kesilmiş ve onun yıkılması için her çareye başvurmaya başlamıştı. Siyonizm, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılıp parçalanması için en önemli araç olarak hürriyet parolasını kullanmayı daha yararlı görüyordu.

Bundan dolayı Türkiye'yi istibdattan kurtarmak için çalışan her türlü örgütle el ele vermişlerdi. Türkiye’de ancak bir azınlık olan Ermenileri de “ittifaklarına” almışlardı. Ermeniler, hem iyi birer dövüşçü idiler, hem de Rusya’ca desteklenmekteydiler. Rusya, onlara Osmanlı İmparatorluğu topraklarından büyük bir yurt koparmaya söz vermişti. Çarlık politikacıları bu işte, Ermenilerden daha sabırsızdılar. Bunun için de İstanbul'u terörcü Kafkasya Ermenileriyle dolduruyor ve Ermeni kiliselerini silâh deposu haline getiriyorlardı. Kumkapı'daki büyük Ermeni kilisesinde toplanan Ermeni İhtilâlcileri de tıpkı Yahudiler gibi Osmanlı İmparatorluğu'nu bir an önce parçalamak kararını vermişlerdi. Bundan sonra da Rusya'nın işareti ile İlk vukuatı çıkarmakta gecikmemişlerdi. Aşırı milliyetçi, Taşnak Partisi'yle sosyalist eğilimli Hınçak Partisi üyeleri bu olayda aynı rolü oynamışlardı. Bir gün bir grup silahlı ve terörcü Ermenlnin Babıâli'yi bastığı görüldü. Bu anda başka silahlı bir Ermeni grubu da Galata'daki Osmanlı Bankası'nı basmıştı. Merakla caddeyi dolduran halkın üzerine de bir bomba savurmuş ve onları çil yavrusu gibi dağıtmışlardı. Her zaman çetin bir adam olan Sadrazam Sait Paşa, Babıâli'yi basan Ermeni ihtilâlciler ini en yakın jandarma kıtaları ile çevirtmiş, bu ara olayı İşiten gümrük hamalları da ellerine geçirdikleri kalır, sopalarla olay yerine yetişmişlerdi. Osmanlı Bankası hemen jandarma kıtaları ile çevrilmişti. Babıâli'yi basan Ermenileri, sırık hamalları ellerindeki sopalarla kovalamışlar ve onların ellerindeki silâhları toplamışlardı. Abdülhamit, Ermenilerin üzerlerinde yakalanan silâhlarla bunları teslim alan hamalların sopalarını Yıldız Sarayı'na istetmiş ve birer susturucu belge olarak zamanında kullanmak üzere onları ayrı İki odaya istif ettirmişti.

Kumkapı'daki kilisede saklanan ihtilâlcilerse kendilerini çeviren jandarmalara karşı tabanca ve bomba kullanarak korunmaya çalışmışlardı. Bu çatışma saatlerce sürmüştü. İhtilâlciler teslim olunca araya giren Rus elçisi, Rus tebaası olan Ermenilerin Rus bandıralı bir vapurla Türkiye'den çıkarılmasını istemiş, buna da müsaade almıştı.

Bu olaydan birkaç gün sonraydı. Merakla Abdülhamit’i ziyarete giden büyük devletlerin elçileri yemeğe oturmuş olan padişahı ivedi olarak yemekten kaldırmışlar ve bu olay üzerine ondan açıklama istemişlerdi. Abdülhamit, hiç istifini bozmadan sefirlerin önüne düşmüş, onları bir odaya götürmüştü. Burada pek çok silâh ve tabanca rastgele yığılmış duruyordu. Elçilerin tercümanlarına padişah şunları demişti: “Bu efendilere şunu söyleyiniz ki, Rusya tebaası Ermeniler, tebaa-ı şahanem olan Müslümanlara bu silâhlarla tecavüz etmişlerdir. Bunların fabrikası memâliki şahanemizde yoktur.”
Padişah, konukları bir sürprizle daha karşılaştırmak için başka bir odaya götürmüştü. Bu oda da, tıklım tıklım uzun sırıklar ve kalın sopalarla doluydu. Bir saray odasında garip bir manzara teşkil eden bu sopa yığınına elçiler şaşkın şaşkın bakarlarken, Abdülhamit, şu sözleri söylemişti: “Kendilerine şunu da anlatınız ki tebaam da bu sopalarla müdafaayı nefiste bulunmuştur. Bu sopalar bizim ormanlarımızdan tedarik edilmiştir.” Bu alaylı açıklama karşısında yabancı elçilere kös kös çekilip gitmek düşmüştü.

İşte, bu olaydır ki, Ermenilerle Yahudilerin aynı dâva uğrunda, yani Abdülhamit'i ortadan kaldırmak için el ele vermelerini kolaylaştırmıştı. Gerek Yahudiler gerekse Ermeniler, Jön Türkler ‘den de, İttihatçılardan da hayır çıkmayacağını anlayarak Abdülhamit'i kendileri el birliği ile ortadan kaldırmak kararını verince İsviçre'de son bir toplantı yapıp suikast işini görüşmüşlerdi. İşte, Hertzel'in Abdülhamit'ten para ile yurt istemesi de tam bu sıraya rastlıyordu.
Her hafta. Cuma namazını kılmak üzere Abdülhamit, Hamidiye Camii'ne gidiyordu. Cami, Yıldız Köşkü'nün pek yakınında, köşkü çeviren yüksek duvarların dışındaydı. Her Cuma sabahından başlayarak camiin çevresinde çok sıkı tertibat alınıyordu. Atlı ve yaya askerler, fedailer ve hafiyeler, sultanlarına kem gözle bakacak olanlar için öldürücü darbeler vurmaya her an hazır duruma geçiyorlardı.

Rusya Ermenilerinden Hristofer Mikaelyan, yine Rusya Ermenilerinden Konstantin, kızıyla birlikte Jores'in yardımcısıydı. İstanbul'da Singer Makinaları Şirketi'nde çalışan Belçikalı anarşist Jores suikastı en ince ayrıntılarına dek hazırladı. Patlayıcı madde olarak seksen kilo melinit kullanılacaktı. O zamanın en güçlü patlayıcı maddesi olan bu melinitin içine yirmi kilo tutarında çelik parçalarını kapsayan bir de bomba yerleştirdiler. Bu saniyesi saniyesine hesaplanarak ayarlanmış bir saatli bombaydı. Suikastçılar, padişahın nasıl dakika şaşmaz bir makina gibi camiye gelip gittiğini birkaç kez Cuma selâmlığına giderek öğrenmişlerdi. Abdülhamid'in gelip gidişini ecnebiler de seyretmek için arabalarıyla selâmlığa giderlerdi. Suikastçılar bundan yararlanarak saatli bombayı ayarladılar ve birer seyirci gibi arabalarıyla caminin önüne vardılar. Arabalarını caminin kapısında bırakıp gittiler.

21 Temmuz 1905 Cuma günü padişah namazdan kalkıp da Şeyhülislâm Cemalettin Efendi ile ayakta hiç de olağan olmayan konuşmasını yaparken dışarda yeri göğü inleten bir gürültü ile saatli bomba ve seksen kiloluk melinit patladı.

Padişah, Başkâtip Tahsin Paşa'ya ; “Ne oluyor?” diye sordu. Sonra hızla dış kapıya doğru ilerledi. Şöyle bir baktı: Yerde yirmi altı kişinin parçalanmış gövdeleri yatıyordu. Başka bir ölü elindeki ekmek çıkını ile uzanıp kalmıştı. Birkaç çocuk, ciğerleri dışarı fırlamış olarak oracıkta kıvrılıp kalmıştı. Parmaklıkların dışında saf tutan bir yığın asker, üst üste devrilmiş kanlar içinde yatmaktaydı. Bombanın etki alanından uzakta kalan süvariler ve piyadeler, ağızları şaşkınlıktan bir karış açık donmuş duruyorlardı.

Korkunç bir sessizlik, çevredeki şaşkınlığın derecesini gösteriyordu.

Padişah camiden dönerken dış kapıya dek uzanan yolu 42 saniyede alıyordu. Cehennem makinasının saati de buna göre kurulmuştu. Abdülhamit, pek korkunç bir suikast tertibinin karşısında bulunduğunu anlamışsa da hiç istifini bozmamış ve korku İzi göstermemişti.



Hasan İzzettin DİNAMO’nun konuyla ilgili anlattıkları bu kadar. Bu tespitler, diğer kaynakların anlatımıyla da örtüşüyor...

Bu olaydan sonra Tevfik FİKRET’in teröristin Abdülhamit’i öldürememiş olmasına üzüntüsünü Bir Lahza-i Taahhur  (Bir Anlık Duraksama) adlı şiirinde şöyle belirtir;
(Şiirin dili çok ağır olduğu için, şiirin orijinalini değil, çok iyi sadeleştirilmiş halini –muhtemelen yine kendisi tarafından- paylaşıyorum. Meraklısı şiirin orijinalini bulup okuyabilir)

Bir Lahza-i Taahhur

Bir patlama... bir duman... ve bütün bir şenlik alayı,
Sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın
Tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik,
Yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik...

Ey yüce patlama, ey öc alıcı duman,
Kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim?
Arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun,
Görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.

Sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki
Her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler.
Vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,
En gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.

Silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin
Bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.
Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
Attın... ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!

Dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,
Ya da o durmasaydı o tâlihsiz taç,
Kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
Bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.

Ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu,
Güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,
Birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,
Söndürdü bir nefeste bu parlak umudu;

Yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı,
Zulüm tarihine bir övünme önsözünü.
Kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;
Ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:

Bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)
Bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini

Tevfik Fikret

Tevfik Fikret’in dramı, öz değerlerinden kopmuş batıcı aydınımızın dramıdır…
Olayı tezgâhlayanların yabancı olduğu ortadadır. Hedef Abdülhamit değil, Türk Devletidir. 26 kişi hayatını kaybetmiştir. Bunları görmeyen Tevfik Fikret; Abdülhamit neden ölmedi derdindedir…

Bir tarafta, kendisi de Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı olan, Abdülhamit’i sevmeyen Sosyalist Hasan İzzettin DİNAMO’nun doğru tespitleri, namuslu-yerli aydın tavrı, diğer tarafta Tevfik Fikret’in batıcı aydın tavrı…

Tevfik Fikret’in tavrı, Orhan Pamuk’ların, Hasan Cemal’lerin, Ahmet-Mehmet Altan’ların tavrına ne kadar benziyor…

İlginçtir, Tevfik Fikret’in “Ey şanlı avcı” dediği Belçikalı Jores’i Abdülhamit bağışlar, maaşa bağlar… O tarihten sonra Jores Abdülhamit’in Avrupa ülkelerinde görev yapan bir hafiyesidir artık…

Şunu da belirmek gerekir;

Abdülhamit’in Yahudi-Ermeni ittifakının hedefi olması, onun her yaptığını doğru kılmaz, baskıcı/despotik tavrını aklamaz…

Tevfik Fikret’in bu yanlış tavrı da Onun büyük şair olmasına halel getirmez…


No comments: